Bir kan bağışlama hikayesi

Bir kan bağışlama hikayesi

Çarşının ortasına bir Kızılay çadırı kurmuşlar. İsteyen kan bağışı yapabiliyor. Bu çadırları son yıllarda sık sık görüyorum. Şehrin muhtelif yerlerine kuruyorlar. Her seferinde de düşünüyorum acaba kan versem mi diye. Doktor kontrolü amaçlı ufak tefek kan alımı dışında bugüne kadar hiç kan vermedim. O yüzden biraz çekiniyorum.

Birkaç gündür evde yalnızım. Hava çok sıcak. Akşam vakti can sıkıntısından çarşıyı şöyle bir dolaşmaya çıkacağım. Dönüşte de yol üstünde bir markete uğrayıp maden suyu almayı düşünüyorum. Çıkmadan tartıldım. Altmış altı buçuk kiloyum. Altmış dokuz, yetmişten gene iyi düşmüşüm. Acaba bir iki kilo daha verebilir miyim?

Çıktım, yürüyerek çarşının yakın yerlerini dolaştım. Tam da dönüşe yeltendiğimde işte bu Kızılay çadırını gördüm. Yanından geçerken bakınıyorum. Sedyelerin üstünde kan bağışlayanlar uzanmış. İçeride ve ön tarafta görevliler var. Çadırın önünden ağır ağır geçerken bir yandan da “Tam da bugün yalnızım. İşte şimdi tam zamanı. Acaba versem mi?” diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama ayaklarım da yürümeye devam ediyor. İçimde ise korku demeyeyim de, nasıl anlatsam, bir çekinme, bir ürperti gibi bir şey. İğneyi koluma batıracaklar. Az mı acır çok mu acır bilemiyorum. Bir de tam iğneyi batırırken anlık bir acıyla kolumu çekiverirsem diye korkuyorum. Ayaklarım beni götürmeye devam ediyor, ben de “Anlaşıldı. Bu sefer de kan veremeyeceğim. Halbuki ne güzel de tek başımaydım” diye aklımdan geçiriyorum.

Derken bir anda aklımdan bir şeyler geçti ve ayağımı bastığı yerde durdurdum. O bir anda aklımdan öyle şeyler geçmişti ki anlatsam inanmazsınız. “Hadi canım! Bir anda bu kadar şeyi nasıl düşünebildin?” dersiniz. Olsun. Ben gene de anlatacağım.

Kırkıma yakın bir yaşta askere gittim. Kuş cennetiyle ünlü Manyas’ta 55 kişilik bir topluluk kısa dönem askerliğe başladık. Benden başka neredeyse herkes torpilli. Birinin dayısı tuğgeneral. Biri falanca iş adamının oğlu. Biri başbakanın oğlunun arkadaşı vs. Ben bunların arasına nasıl düştüm? Acaba sınavda iyi yaptım da ondan mı oldu? Başka türlü nasıl açıklayabilirim ki? Üstelik de yıllarca bakayalıktan sonra. Yat, kalk, sürün diye bir şey görmedik. İstemeyen sabah sporunu yapmıyor. Yemeklerden şikayet eden olsa ziyafet çekiliyor. Bölük komutanı yüzbaşı karşımıza geçip “Hadi arkadaşlar! Bugün kuş cennetini gezmeye gidiyoruz!” diyor, bize rehberlik yapıyor. Böyle rahat askerliği kaç kişi görmüştür bu memlekette?

Bundan sonrasında mutlaka “Sana rahat batmış” diyenler olacak ama ben gene de anlatmaya devam edeceğim. Biz askerlik yaptığımız sıralarda terör gene azmıştı. Sürekli doğudan hatta Karadeniz’den bile şehit haberleri geliyordu. Karşılaştığım, doğuda çarpışmalara katılmış bazı uzman çavuşlar ve astsubayların yüzlerine kederli, tedirgin bir ifade oturmuştu. Sanki bundan sonra hiç gülemeyecek gibiydiler. Biz ne yapıyorduk? Kuş cennetinde günümüzü gün ediyorduk. Bu durum ağırıma gidiyordu. Ve ayrıca genelkurmayın bilmesini istediğim bazı yanlışlıklar ve aksaklıklar da vardı. “Genelkurmay başkanına mektup yazacağım” dedim. “Ne var ne yok hepsini anlatacağım.”

Bazıları “Yazma başın belaya girer” dediler.

“Girerse girsin” dedim. “Ben yazmazsam nereden bilecekler burada neler olup bittiğini?”

Yedi sayfalık bir mektup döşendim. Aralara bir yerlere de şunu da ekledim:

“Doğuda gençler teröristlerle çarpışıp şehit olurken biz burada ayrıcalık görüyoruz. Bu torpillilerin içinde ben de torpilliymişim gibi muamele görüyorum. Ben bunu istemiyorum. Herkes nasıl askerlik yapıyorsa ben de öyle yapmak istiyorum, ayrıcalık istemiyorum. Lütfen beni doğuya gönderin.”

Bir aksilik olmasın diye de taahhütlü gönderdim. Tabi mektubuma ne bir cevap geldi, ne de beni arayıp sordular. Lakin yıllar içinde askerlikle ilgili bazı durumların benim şikayetlerim doğrultusunda değiştiğine şahit oldum. Yeri gelmişken söyleyeyim. Bazan böyle şeyleri duyup da “Değişti ama bunun sana bir faydası olmadı ki” diyenler oluyor. Öyle değil. Bunun bana da faydası oluyor. Bunun bana faydası, benden sonrakilere faydası olmasıdır. Öyle olmasaydı savaş meydanlarında kim canını verirdi ki? Düşmana teslim olur, canını kurtarırdı.

Askerliğin üzerinden bir hayli zaman geçti. Artık yaş elliye dayandı. Türkiye’de de çok şeyler değişti. Bir zamandır doğudan şehit haberleri gelmiyor. Fakat gel gör ki zulüm dünyada almış başını yürümüş. Suriye’de, Mısır’da, Arakan’da, Türkistan’da mazlum, masum insanlar daha doğrusu Müslümanlar zulme uğruyor, katlediliyor.

Son zamanlarda dua ederken “Allah’ım. Bize de mazlumun yanında zalime karşı savaşmayı nasip et” diye bir dileği de ekliyorum.

İşte daha dün Mısır’da demokratik hakları için şiddetten uzak gösteri yapan halkı dağıtmak için üzerlerine bombalar attılar, keskin nişancılarla ateş ettiler. Üç bin ölü, on bin yaralı olduğu söyleniyor. Bu katliam değil, zulüm değil de nedir?

Oralarda ölenleri, yaralananları düşünüyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Kahroluyorum.

“Haydi arkadaşlar! Zulüm gören kardeşlerimiz için dua edelim!” demek çözüm mü?

Ben çıkıp tek başıma savaşmaya karar versem ne silahım ne de oralara gidecek param var.

Müslüman ülkelerin yöneticileri bu işi çözmeleri, bir karar almaları lazım. Çıkıp açıkça “Biz artık bölgemizde yabancı güçler istemiyoruz! Burayı hemen terk edin yoksa savaşacağız!” demeleri lazım. Fakat kukla olmayan kaç Müslüman ülke yöneticisi var ki?

Irak’ı, Mısır’ı, Suriye’yi düşünüyorum. Oralarda, kan gölü içinde ölenleri, yaralananları düşünüyorum. Kim bilir nasıl kan sıkıntısı çekiliyordur.

İşte o bir an içinde bunları düşünüp ayağımı oracıkta durdurdum. Kendi kendime dedim ki: “Hem zalime karşı mazlumun yanında savaşmayı diliyorsun, hem de acır mı diye kan vermekten korkuyorsun. Sen mi savaşacaksın?”

Hemen geriye dönüp çadıra doğru yöneldim. Bir masanın başında bir bağışçı form dolduruyordu. Görevlilerin hepsi temiz yüzlü gençlerdi. İçeride kaldırımın kenarından çadırın arkasına doğru yan yana dört sedye (yoksa yatak mı ya da koltuk mu demeli bilemiyorum) diziliydi. Hepsi de doluydu. Bağışçılar uzanmışlar kan veriyorlardı.

Ne yapacağımı bilmeden yaklaştım. Görevlilerden biri benimle ilgilenir mi diye baktım.

Beni görünce genç görevlilerden biri güler yüzle yanıma gelip “Buyrun beyefendi” dedi.

“Nasıl oluyor?” dedim.

“Önce şu formu doldurmanız lazım” dedi. “Sadece şu kırmızı yerleri dolduracaksınız” deyip o kısımları eliyle gösterdi.

Oturup bildik sorulardan oluşan formu doldurdum. Genç Kızılay görevlisi bitirdiğimi anlayınca yanıma geldi. Uzattığım formu kibarca alıp bir de kendisi göz attıktan sonra beni bir sonraki, çadırın girişindeki masaya götürdü. Orada oturan görevli de güler yüzle beni yanındaki sandalyeye oturtup kimliğimi istedi. Kimlikteki bilgilerle formdakileri karşılaştırdıktan sonra içinde iğne olduğu bile anlaşılmayan küçük bir plastik aleti yüzük parmağımın ucuna dokundurdu. Çıkan bir damla kanı tahlil için bir alete yerleştirdi.

“Kan grubu için mi?” dedim.

“Hayır, kan sayımı” dedi.

Herkese sorduklarını düşündüğüm bazı kısa cevaplı sorular sordu. Tahlil sonucu hemen belli oldu. Hafif bir gülümsemeyle “Tamam. Sizden alabiliriz” dedi. Oradan oraya telaşsız hareketlerle çalışmaya devam eden genç görevliye seslenerek “Hocama yer göster” dedi. Çadırın hemen girişindeki sedye boşalmıştı, oraya uzanmamı istedi. Ben uzandığımda yanıma yaklaşıp “Şuradaki beyefendi de sizin hemşeriniz” dedi.

Yanımdaki sedyenin yanındakinde uzanmış kan vermeye devam eden kişiyle birbirimize bakıp gülümseyerek kafa işaretiyle selamlaştık. Bu arada yanımdaki sedyede kan veren genç adamla da göz göze gelip birbirimize gülümseyip kafa salladık.

“Daha önce kan verdin mi?” dedim.

“Evet, bu sekizinci” dedi.

“Sen herhalde ilk defa veriyorsun, konuşurken duydum” dedi.

“Evet” dedim. “İğneler biraz büyük gibi görünüyor.”

“Hiç çekinecek bir şey yok. Acımıyor. Hafif karıncalanma gibi bir şey hissediyorsun o kadar. Fakat tavsiyem, iğne batırılırken en iyisi bakma. Kafanı öteki tarafa çevir” dedi.

“Fena tavsiye değil” dedim. Bakmadan duramam ki diye de içimden geçirdim.

O arada çadırın en arkasındaki sedyenin boşaldığını gördüm. “Şuradakine geçebilir miyim?” dedim. Tabi, nasıl istersen dedi. “Yoldan geçenler sanki bana bakıyormuş gibi geliyor” dedim. Gülümsedi. Şimdi hemşerimle yan yanaydık. Bana iğneye bakmama tavsiyesinde bulunan genç adamın da işi bitmiş ayağa kalkmıştı. Ona soda ikram ettiler. Kan verme işlemi bitenleri birkaç dakika dinlendirdikten sonra meyveli soda ve kek ikram ediyorlardı.

Artık bana sıra gelmişti. Kan verenlerin birinin sağ birinin de sol kolundan alındığını fark etmiştim.

“Sağdan mı soldan mı alıyorlar?” dedim.

“Hiç fark etmez. Hangisinde damar bulursak ondan alıyoruz” dedi.

Görevliler sorulan her soruya tatlılıkla ve ilgiyle cevap veriyorlardı. Ellerimi yumruk yapıp iki kolumu ileriye doğru gererek iğnenin batırıldığı iç dirseklere baktım. Sanki sol kolum daha damarlı gibi geldi. Az sonra görevli yaklaşıp elindeki pamuğu bir sıvıyla ıslattıktan sonra sol kolumun iç dirseğini sildi.

“Ne kadar kan alınıyor?” dedim.

“Bir ünite, yani yaklaşık 460 ml” dedi.

“Desene yarım kilo zayıflayacağız” dedim.

“Hemen hemen” dedi.

Tek seferlik iğneyi paketinden çıkarıp hazırladıktan sonra iğnenin ucunu yaklaştırıp kolumda uygun bir yer arar gibi birkaç ayrı noktaya dokundurup çekti. Bakmasam duramazdım. İğneyi yavaşça batırdı. Gerçekten de genç adamın dediği gibi ilk anda belli belirsiz bir karıncalanma gibi bir şey. Sonrasında o da yok.

Bu arada genç görevliyle aramızda şu konuşma geçti:

“Daha önce de kan verecektim ama sizin çadırın ne zaman önünden geçsem hep yanımda birileri vardı. Bu sefer yalnızken görünce geldim.”

“İyi ki geldin abi. Çok sıkıntı çekiyoruz. Kan yetiştiremiyoruz.”

“Doğru. Kazalar, savaşlar, neler neler oluyor. Şimdi bu kanlar Mısır’a da gidiyordur.”

“Yok, Antalya’ya zor yetiştiriyoruz. Gittiğini sanmıyorum.”

“Bir ara Kızılay’ın adı bazı hoş olmayan olaylara karışmıştı sanki. Artık öyle şeyler kalmadı herhalde.”

“Ben eskisini bilmiyorum abi. İşe başlayalı beş ay oldu.”

“Hayırlı uğurlu olsun.”

“Neye göre kan alıyorsunuz? Herkes kan verebiliyor mu?”

“Kan sayımı uygun olması lazım. 13,5’ten az olanlardan almıyoruz.”

“Benimki kaç çıktı?”

Dönüp kan sayımı alan görevliye “Son sıradakinin kan sayımı kaç?” diye seslendi. O da önündeki kağıda bakıp 13,8 dedi.

“Vay be! Neredeyse veremiyormuşuz” dedim. Ramazan’ın hemen ertesinde olmamız ve bir zamandır et yememiş olmamın belki etkisi olabilirdi.

Tavsiyede bulunan genç adam sodasını ve kekini bitirmiş giderken iyi akşamlar dedi. Hep beraber “Geçmiş olsun. İyi akşamlar” deyip onu uğurladık.

Yanımdaki hemşerimin de işi bitmiş ayağa kalkmıştı. Ona da soda ikram ettiler. “Yok yok, içmesem de olur” dedi. “Olmaz, bunu vermemiz lazım” dediler.

Hemşerim bana dönüp “Demek hemşeriyiz. Neresindensin?” dedi.

Aslında hemşericilikten hiç anlamam. Fakat “Benim hemşericilikle işim olmaz” deyip kimseyi de kırmak istemem. Bana, nerelisin diye sorsalar ne söyleyeceğimi şaşırırım. Bir yerde doğdum ama bin yerde bulundum.

“Falanca yerindenim ama oradan ayrılalı seneler oldu. Maalesef pek de yolum düşmüyor, sen neresindensin?”

“Falanca köyündenim.” Düşündüm, böyle bir köy adı hatırlayamadım.

“Daha önce kan verdin mi?” dedim.

“Oho, hem de kaç kere” dedi.

“Kaç kere?”

“Sayısı belli değil.”

“Bir kere bir ödül töreni görmüştüm. Çok kan bağışlayanlara ödül veriyorlardı.”

“Yok, benim ödülle falan işim olmaz. İnsanlık için veriyorum” dedi.

“Tabi, ben de ödülü düşündüğümden değil, böyle bir töreni görmüştüm sadece” dedim.

İyi niyet ve güler yüzle biraz ordan burdan konuştuktan sonra “Hadi toprağım. Sana iyi akşamlar” dedi. “İyi akşamlar, Allah kabul etsin” dedim ve görevlilerle de vedalaşıp ayrıldı. Baktım, tek dolu sedye benimkiydi. Artık başka kimseyi almıyorlar, yavaş yavaş toparlanıyorlardı. Benden sonra birkaç kişinin daha form doldurup görevlilerle konuştuklarını görmüştüm ama herhalde uygun biri çıkmamıştı. Günün son bağışçısı bendim anlaşılan.

Görevli yanıma gelip “Tamam abi, doldu” dedi. Şaşırdım. Sanki daha üç dört dakika olmuş gibi gelmişti bana. Yoksa bir aksilik mi oldu diye içimden geçirdim. Kanımın depolandığı torbaya bakma fırsatım bile olmamıştı.

“Torba doldu mu yani?” dedim.

“Evet, doldu” dedi.

“Kaç dakika oldu?” dedim.

“Altı dakika yirmi saniye” dedi. Ne çabuk geçmiş diye düşündüm.

İğneyi yerinden çektikten sonra oraya bir parça pamuk tutturup kolumu havaya kaldırarak parmağımla bastırmamı istedi. Az sonra da pamuğu alıp dört köşe bir bant yapıştırdı.

“Kalkabilir miyim?” dedim.

“Hayır, üç beş dakika dinlenmeniz lazım” dedi.

“Kendimi kötü hissetmiyorum” dedim.

“Olsun, gene de biraz dinlenmeniz lazım. Yere kapaklananlar bile gördük” dedi.

Sol kolum havada, sağ elimin başparmağıyla iğne yerine bastırmış halde biraz daha bekledikten sonra bir görevli “Hocamı da artık kaldırabiliriz” dedi.

Daha genç olan “İlk kan vermesi. Biraz daha beklesin” dedi. Biraz daha sonra da yanıma gelip herhangi bir kötü hissetme olup olmadığını sordu. Gayet iyi olduğumu söyledim. Tamam, kalkabilirsiniz dedi.

Yavaşça ayağa kalkıp kendimi şöyle bir yokladım. Hiçbir şey değişmemişti. Artık gidebilirdim.

“Gidebilir miyim?” dedim.

“Size soda vereceğim” dedi.

“Gerek yok” dedim.

“Olsun, içmeniz lazım” dedi.

Bir şişe limonlu soda ve bir küçük paket kek getirdi.

“Bari kek kalsın” dedim.

“Yok yok. Bu iyi gelir” dedi ve beni kenarda bir yere oturtup kendisi de son kalan eşyaları toparlamaya gitti.

Onlar bir yandan toparlanıp bir yandan da aralarında sohbet ederlerken ben de kekimi yiyip meyveli sodamı içtim.

Bitirdikten sonra ayağa kalkıp “Ben gidiyorum, hadi size kolay gelsin” dedim. Teşekkür edip iyi akşamlar dileyerek beni yolcu ettiler. Eve doğru yönelip yürüdüm. Yürümemde herhangi bir aksaklık var mı, halsiz hissediyor muyum diye kendimi yokladım. Her şey yolundaydı. Gene de acele etmeden, sakin sakin yürüyeyim diye içimden geçirdim.

Yol üstünde saat on bire kadar açık olduğunu bildiğim bir market vardı. Oradan da maden suyu alıp eve geçecektim. Acelesiz adımlarla markete gelip otomatik açılan kapının önünde durdum. O da ne? Kapı açılmıyordu. İçeriye baktım, çalışanlar sağı solu topluyorlardı. Müşteri yoktu. Demek ki geç kalmıştım. Saate baktım, on bire beş vardı. Nasıl da zaman geçivermişti. Olsun. Dolapta bir küçük şişe maden suyu daha duruyordu. Soğuk soğuk onu içerdim.

Acele etmeden eve doğru yürürken içimde bir sevinç olduğunu, sanki hafiflediğimi hissettim. Kan vermek iyi gelmişti galiba. Nasıl iyi gelmesin. Öyle güzel bir şey ki, cebinde beş kuruşun bile olmasa bağış yapabiliyorsun.

Eve gelip dolabın kapağını açtığımda bir tabak içinde önceden yıkadığım orta boy bir salkım buz gibi, çekirdekli taze siyah üzümü gördüm.

Bunu unutmuştum.

Şimdi iyi gider.

Kan yapar.

Üzüm bittikten sonra gözüm tartıya ilişti. Acaba kilo vermiş miydim?

Tartıldım. Baktım hâlâ altmış altı buçuk kiloyum. Hiçbir şey değişmemişti.

Nasıl olurdu?

Sonra birden aklıma geldi.

Hay Allah.

Sodayı, keki ve üzümü unutmuştum.

. . . . . . . . .

CGG, 18 Ağustos 2013

. . . . . . . . .

NOT: Tam bu yazıyı son kez gözden geçirip yayınlarken Kızılay’dan şu SMS geldi:

SAYIN C. GÜNER GÜK,

TÜRK KIZILAYINA BAĞIŞLADIĞINIZ KAN İHTİYAÇ SAHİBİNE İLETİLMİŞTİR. BİR HAYAT KURTARDIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER…

Gizlilik Bildirimi
Gizlilik Bildirimi

Kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Çerez kullanımına izin vermek için lütfen tıklayın.