Kültürde ve düşüncede bir reform, bir atılım yapacaksak önce dilden başlamalıyız. Çünkü dili özgür olmayanın düşüncesi özgür olamaz. Düşüncesi özgür olmayansa bir kültür, bir medeniyet meydana getiremez.
Bu zamana kadar okuduğum kitap, dergi, gazete, haber, akademik çalışma ya da başka bir yerde “Diksiyon” konulu bir yazı, inceleme, araştırmaya rastlamadım. Hâlbuki insanların işe girmelerini, toplumdaki statülerini hatta yeni nesillerle dilimizin şekillenmesini etkileyebilecek, şivelerin ve ağızların yok edilerek dilimizi tek tip hale getirip yoksullaştıracak seviyede ülkemize dayatılan ve neden böyle olması gerektiği kimse tarafından tartışılmayan bu kavram çoktan ele alınıp çözümlenmesi gerekirdi. Yoksa bu da yüzyıllarca bir arada yaşayarak dünyaya örnek bir medeniyet meydana getirip millet olmuş toplumların ayrıştırılıp düşmanlaştırılmasını hedefleyen büyük planın bir parçası mıydı?
Eskiden sadece TRT spikerlerinin konuşmalarında ve TV, sinema filmlerinde karşılaştığımız diksiyon eğitimli konuşmayı bugün TV programlarının konukları hatta cumhurbaşkanı, başbakan düzeyinde devlet yetkililerinin de alışkanlık haline getirdiklerini görüyoruz. Sıradan insanların, öğrencilerin, çocukların konuşma ve yazmalarında bu etkiyi açıkça görebiliyor ve dilimizin, düşüncemizin, kültürümüzün, geleceğimizin bundan önemli derecede etkilendiği sonucuna varabiliyoruz. ‘Alıcak’ yazan çocuğa öyle değil, ‘alacak’ yazılır dediğimizde şaşkınlıkla “Öyle yazılmıyor muydu?” diye soruşuna şahit olabiliyoruz. TV’de sabah programında gazete haberlerini okuyan sunucu ‘göreceğiz’ yazısını ‘görücez’ diye okuyor. Dikte edilmiş yazım kurallarına uymayan eserler ciddiye alınmadığı gibi, dikte edilmiş konuşma şekliyle, şiveyle konuşmayanlar da sözünün doğru olup olmadığına bakılmadan ciddiye alınmayabiliyor. Üstelik bize İstanbul Türkçesi diye sunulan bu şive aslında ülkemizin hiçbir yöresine ait değil ve buna Diksiyon Türkçesi demek daha doğru olur.
Diksiyon nedir?
Öncelikle kelimenin kökenini fazla ayrıntıya girmeden ele alalım. Diksiyonun Latince ve bazı Avrupa dillerinde söylemek, açık konuşmak, buyurmak, buyruk, emir, komuta, kehanet, dikte etmek, yazılacak şeyi söylemek, sözlük, diktatör, dikta ve daha çoğaltabileceğimiz birçok kelimeyle aynı köke sahip olduğunu görüyoruz. Biz ise ülkemizde kullanıldığı şekliyle diksiyonu nasıl konuşacağımızı, kelimeleri hangi şiveyle söyleyeceğimizi birilerinin bize belirtmesi olarak tanımlayabiliriz. Buna bazıları itiraz edip toplumda iyi bir yer edinebilmek için kursu da verilen “Güzel konuşma” diyebilir, bazıları da hitabetle karıştırabilir.
Eskiden Almanya’da “Diktat” denilen bir ders vardı. Öğrencilerin, öğretmenin söylediklerini ya da okuduklarını doğru yani yazım kurallarına uyarak yazma becerisini geliştirmeyi hedefleyen bir dersti ve diğer dersler gibi bunun da sınavı yapılırdı. Son yıllarda Almanların buna daha çok doğru yazım manasında “Rechtschreibung” dediklerini görüyoruz. Bunun Almanların önceki kelimenin olumsuz çağrışımlarından uzaklaşmak düşüncesiyle mi olduğunu Almanya’da yaşayan Türklerin daha iyi bileceğini düşünüyorum.
Etkileri
Diksiyon dayatmasının toplumumuz, kültürümüz, dilimiz üzerindeki tahribatını ele alacak olursak şivelerin, ağızların yok sayma, değersizleştirme, önünü tıkama yoluyla nihayet yok edilmelerini ilk sıraya koyabiliriz. Gazetelerde, internetteki iş ilanlarında “diksiyon problemi olmayan, diksiyonu düzgün, diksiyon bilgisi olan, diksiyon becerisine sahip, diksiyon ile konuşabilen” gibi tanımlamalar bol bol karşımıza çıkıyor. Anayasanın şu maddelerine bakalım:
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
MADDE 17 – Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
MADDE 48 – Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir.
MADDE 49 – Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir.
Görüldüğü gibi işe alınacak insanlarda böyle bir nitelik aranması anayasaya açıkça aykırı. Fakat bu dayatma nedeniyle insanlar işe girmelerine, toplumda iyi bir yer edinmelerine engel olacağını bildiğinden zamanla, içinde doğup büyüdükleri çevrenin şivesiyle konuşmayı terk etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum Avustralya ve Amerika yerlilerinin çocuklarının ailelerinden alınıp kendi köklerine, kültürlerine, dillerine dair ne varsa unutturmak üzere devlet tarafından özel olarak programlanmış yatılı okullara gönderilip eğitime tabi tutulmalarına benziyor. İnternette bununla ilgili haberler, makaleler, videolar var. Bizde ise zorla değil, böyle olması gerekiyormuş gibi bir algı oluşturularak bu tahribat gerçekleştiriliyor. Bunun sonucu olarak da şiveler ağır ağır yok oluyor ve bir adım atıp çözüm bulmazsak artık sonuna geliyoruz. Şivelerin yok oluşuyla beraber yerel kelimeler de ortadan kalkıyor, dilimiz ve kültürümüz büyük bir darbe alıyor. Son elli yıl içinde şiveler de dâhil dilimizden çıkan kelimeleri araştırsak belki şimdiki kelime sayımızın kat kat fazlasıyla karşılaşabiliriz. Yok sayılan ve zamanla yok edilen halk dilinin ölümü demek halk edebiyatının da ölümü ve yok edilişi demektir. Halk edebiyatı ise ilim ve kültürel zenginlikle geliştirilmiş edebiyatın temelidir. O olmazsa sanat ve edebiyatta hiçbir gelişmişlik, gelişmişlik olamaz.
İkinci olarak, sanki uyuşturucu etkisi altında bir itaatkârlıkla sorgusuz ve itirazsız kabul ettiğimiz diksiyon dayatmasıyla dilimiz tek tipleşmekte, bu da toplumumuzu tek tipleşmiş ve tahammülsüz hale getirmektedir. Tek tip toplumun bölünmesinden de kendi içinde tek tip ve tahammülsüz gruplar meydana gelmektedir ve tahammülsüzlük de bütün gelişmelere engeldir. Her okulun kendi üniforması olması, müzik topluluklarının sahnede aynı kıyafetleri giymeleri, mecliste, iş dünyasında, TV programlarında erkeklerin neredeyse aynı renk takım elbise giyip kravat takmaları büyük ihtimalle dilimizdeki tek tipleşmeden kaynaklanmaktadır. Çünkü dil bilinçaltıdır. Toplumun dili nasıl şekillenirse, bütün işleri de ona göre şekillenir.
Üçüncüsü de tek tip dil ile konuşan toplumda fikir ve düşüncenin önünü açmanın, gelişmesinin zor olacağıdır. Nasıl farklı ağız ve şiveler hoş görülmeyip bastırılıyorsa farklı fikirler de kabul görmeyecek, ortaya çıkmakta zorlanacaktır. Bu nedenle fikir ülkemizde önemsenmemekte, fikir sahibi değer görmemekte, her fikir her an çalınabilmekte ve taklit edilebilmektedir. İçinde doğup büyüdüğü aile ve çevrenin şivesinin toplumda kabul görmediği ve bunu terk etmesi gerektiği bilinçaltına yerleşmiş bir bireyin artık düşüncesi de özgür olmaz ve işleri hep başkalarına göre şekillenir.
Başka ülkelerde nasıl?
Her ne kadar bir şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında kesin bilgiye ulaşmışsak başka ülkelerdeki uygulamalara bakmamızın gereği artık kalmasa da, biz gene de bir iki örnek verelim. Başka ülkelerde bizdeki gibi bir dayatma olduğuna, televizyonlarda işe alınan spikerlerde, konuşmacılarda diksiyon şartı arandığına rastlamadım. Almanya’da büyük küçük tüm TV kanallarında spikerler, muhabirler kendi şiveleriyle rahatça konuşabilirler ve kimse bunu sorun yapmaz ki Almanca da bol şive barındıran dillerdendir. Dünya çapında İngilizce yayın yapan TV kanallarına baktığımızda da böyle olduğunu görüyoruz. Aynı kanalda aynı programda bir de bakıyorsunuz arka arkaya ve yan yana İskoç aksanlı bir muhabir, Amerikan aksanlı bir konuk, İngiliz aksanlı bir sunucu, Avustralya aksanlı bir yorumcu, Hint aksanlı bir spiker dizilivermiş. Yurt dışında yaşayan Türklerin fikir ve tecrübeleri bunda önemli katkılar sağlayacaktır.
Yurt dışı demişken üç yıl kadar önce Almanya’da Türkçe bir dergide okuduğum yazı aklıma geldi. Almanya’da doğup büyümüş Türk çocukları bir ya da birkaç kez Türkiye’ye gittikten sonra artık Türkiye’ye gitmek istemediklerini söylüyorlardı. Sebebi de, yakınları da dâhil Türkiye’de yaşayanların konuşmalarıyla alay etmeleriydi. Bunun arkasından 90’lı yıllarda ya da 2000’lerin başında TV’de canlı yayınlanan bir sahne aklıma geldi. Hatırladığım kadarıyla Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev TBMM’de konuşma yapıyor, milletvekillerinden Kamer Genç de ağzı sonuna kadar açık, yüzünde alaycı bir gülüşle onu dinliyor, fakat dinlemekten çok adeta kendisine gülünç gelecek şiveyle kelimelerin ağzından çıkmasını bekliyordu. Bu aynı zamanda bir siyasi mesaj mıydı bilemiyorum fakat toplumun genel yaklaşımı da ne yazık ki böyle.
Ne yapılabilir?
Ana hatlarıyla dilimize, kültürümüze, düşüncemize, sosyal yaşantımıza zarar veren bir yapıya işaret etmiş olduk. Kısa zamanda doğru bir yenilenme ve bu bağdan kurtulma hareketi için iş bundan sonra devlete, akademisyenlere, aydınlara, topluma düşüyor. Devlet gerekli düzenlemeleri yapıp konuşma biçiminin insanların işe giriş şartları arasında sayılmasının önüne geçebilir. İş ilanlarında böyle bir şart aranması kesinlikle yasaklanmalıdır ve halk bu konuda bilgilendirilmelidir. Dil ve edebiyat alanında çalışan akademisyenler bu konuyu ele alabilir. Gazete, dergi, TV’lerde bu konuya yer verilebilir. Her yöreden genç yaşlı halkın düşünceleri ve tecrübeleri alınabilir. Dil bilen ve yurt dışında yaşayan Türkler önemli katkıda bulunabilir. En önemlisi de televizyon kanallarında spikerlerin, sunucuların serbest konuşmalarının kesinlikle önü açılmalı, ülkenin her yöresinden insanımıza bu alanlarda görev verilmeli, Sivas şivesiyle haber sunmanın, Denizli ağzıyla hava durumu bildirmenin abes bir şey olmadığını halkımızın görmesi sağlanmalıdır. Televizyon halkın dilini yönlendirme ve şekillendirme aracı olmaktan çıkarılmalı aksine halkın dilinin rahatça yansıtıldığı bir alan haline getirilmelidir. Dilde temizliğin öz Türkçe olmayan kelimeleri ayıklamak değil, kötü sözleri dilden uzaklaştırmak olduğu düşüncesi topluma yayılmalıdır.
On yıl kadar önce, her yıl görüştüğüm Alman bir çiftle Almanca ve Türkçenin yazılışları üzerine konuşurken, Almanya’da imla ile ilgili bir yenilik yapıldığını, artık öyle mi yazılır böyle mi yazılır gibi bir karmaşadan vazgeçileceğini ve bundan sonra herkesin istediği gibi yazabileceğini anlatmışlardı. Ülkemizde böyle bir uygulama çoğuna çılgınca gelebilir hatta çoğunluk itiraz da edebilir. Fakat dilimizin gelişimi için bir takım çılgınlıklar yapmak, nasıl yazacağımızı ve konuşacağımızı birilerinin bize dikte etmesinden daha iyi olmaz mıydı?
En azından görünüş itibarıyla Latin alfabesi mekanik ve soğuk harflerden meydana gelirken Arap harfleri esnek ve latiftir. Bugünkü Latin harfleriyle yazdığımız Türkçede nasıl yazılıyorsa öyle okuma zorunluluğu varken, eski harflerimiz her şiveyle okumaya müsaitti. Selçuklu ve Osmanlı dönemi Türkçesi ise baskıyla şekillenen değil, özgür ve serbest bırakılan bir dilin alıp başını yürümesiydi. Geniş ve tarihte eşi olmayan bir medeniyet meydana getirirken bin yıl kullandığımız Arap harfleri nasıl halka sorulmadan kaldırılıp yerine Latin harfleri getirildiyse, aynı şekilde vakit kaybetmeden Latin harfleriyle eş zamanlı olarak Arap harflerinin öğrenimi ve kullanımı zorunlu hale getirilebilir. Çocuklar nasıl iki (ve daha fazla) dilli yetişebiliyor ve bu onların zekâ ve becerilerini kat kat artırabiliyorsa, iki alfabeli de yetişebilir. Bu da ülkemiz, toplumumuz, kültürümüz, medeniyetimiz için büyük bir sıçrama demektir ve dünyaya örnek olur.
Not: Bu yazı 9 Kasım 2016 tarihinde MİLAT Gazetesinde yayımlanmıştır. MİLAT Gazetesinde editör müdahalesiyle başlık değişmiş, içerik kırpılmış, böylece anlaşılırlık önemli derecede eksilmiştir. Lütfen bu yazıyı dikkate alınız.