Mehmet Akif Ersoy Anma Günü Konuşması Metni ANSAN 12 Mart 2012

Mehmet Akif Ersoy Anma Günü Konuşması Metni ANSAN 12 Mart 2012

Bugün, doksan bir yıl önce yani, 12 Mart 1921’de milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, okudukça hâlâ göğüslerimizi gururla kabartan o muhteşem şiirinin birinci TBMM tarafından İstiklâl Marşı olarak kabul edilmesini bir daha hep birlikte yâd ediyoruz ve bu şevkle, dünya var olduğu sürece yâd etmeye devam edeceğiz.

Milli şair, milletvekili, filolog, bilim adamı, sporcu, öğretmen gibi birçok sıfata sahip olan Akif, milli mücadeledeki rolüyle ve İstiklal marşını yazmakla, bütün bu saydığım vasıflardan çok, hepimizin gözünde bir milli kahramandır. Onun bütün bu saydığım özelliklerinin hepimiz tarafından bilinmesi ve bu konularda çokça yazılıp söylenmiş olması nedeniyle ben bugün Akif’i vesile bilip, yaşasaydı onun da bu uğurda mücadele vereceğine inandığım, dilimizi, geçmişimizi, milli kültürümüzü benimseme, koruma ve yaşatma konusuna değinmek istiyorum.

Toplumumuzda dile getirildiği zaman hepimizin birden adeta ortak payda gibi kabul ettiğimiz bir söz var.

“Kendi kültürümüzü koruyalım, benimseyelim, başkalarına özenmeyelim, biz biz olalım” deriz.

Peki, gerçekten bu sözün ne anlama geldiğini kavrayabiliyor, yaşantımızda uygulayabiliyor, üzerinde düşünebiliyor muyuz acaba?

Şimdi bir düşünelim. Kendi kültürümüzü koruyalım, benimseyelim diyoruz. Öyleyse, neden okullarda kendi müziğimizi değil de batı müziği sistemini öğretiyoruz? Çocuklara okullarda batı tarzı müzik sistemi temel alınarak verilen müzik eğitimi milli olabilir mi? Böyle bir eğitime milli eğitim denilebilir mi? Aramızda bulunan musikişinas dostlarımızın da bildikleri gibi, adeta sadece siyah ve beyazdan oluşan batı müziğiyle bizim binlerce yılın zengin kültür birikimiyle meydana getirilmiş ve köklü bir geçmişe sahip müzik sistemimiz karşılaştırıldığında, batı müziği bizimkinin yanında gerçek anlamda ilkel kalır. Bu kadar zengin ve gelişmiş olan kendi öz müziğimizi neden okullarda çocuklarımıza öğretmiyoruz. İnsanımız kendi müziğimizde var olan makamlarımızın adlarını ancak bulmacalardan ya da tesadüfen öğreniyorlar.

Üzerinde ciddi çalışmalar yürütülmesi gerektiğine inandığım konulardan bir diğeri de, yazılarımızın, şiirlerimizin, şarkılarımızın, türkülerimizin, günlük yaşantımızın, dünyayla bağlantımızın en temel kaynağı olan dil konusu.

Bazı sohbetlerde eski şiirlerimizden bir örnek okuduğum zaman, bazı dostlardan şöyle sitemkâr sözler duyduğum oluyor: “Niye Türkçe yazmamışlar?” diyorlar. Bizzat insanımızın aklına bu sorunun gelmesi, geçmişimizle ve köklü kültürümüzle bağımızın ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. Çünkü “Niye Türkçe değil” dediği o dil zaten Türkçe, hem de çok zengin bir Türkçe. Birçok dilin, milletin, kültürün, inancın bir araya gelip birbirini hoşgörüyle kabullendiği bir kültür mozaiğinin şekillendirip zenginleştirdiği bir Türkçe. O zamanki Türkçe böyleydi. İçine yabancı kelimeler girince dil başka bir dile dönüşmüyor. Bu durum, günün koşullarına göre ihtiyaçtan kaynaklanıyor ve dil zorlamayla değil, zamanının bilgi ve kültür zenginliğine göre şekillenip içine yeni kelimeler alıyor ya da eskilerinin bir kısmı unutulup gidiyor. Bundan bir önceki Türk devletinin kullandığı dili tanımlamak için Osmanlıca diye bir ad uydurduk. Osmanlıca diye bir dil yok. O, o günün koşullarında binlerce yılın birikimiyle meydana getirilmiş ve yeryüzünde bir benzerini daha oluşturmak hiçbir medeniyete nasip olmamış zengin bir Türkçe. O zaman Osmanlıca diye bir kelime bile yoktu ve söyleseniz gülerlerdi. Batıda da, doğuda da bu dilin adı Türkçeydi. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda dil birdenbire değişmedi ki.

Dilimizle ilgili toplumun fark etmediği bir durum var. Dilimiz, dünyada başka bir örneği görülmemiş bir hızla değişim gösterdi. Yabancı ülkelerle ve yabancı dillerle ilişkisi olmayanlar dilimizdeki bu hızlı değişimin sıra dışı bir durum olduğunu anlayamıyorlar. “Türkçe çok hızlı değişti. Elli, yüz sene önceki atalarımızın yazdıklarını, söylediklerini anlayamıyoruz” dediğimde “Öteki dillerde durum çok mu farklı sanki? İngilizler Şekspir’i anlayabiliyorlar mı?” diyenler oluyor.

Tabi ki anlayabiliyorlar. Halkının kendisinden sonra gelenlerine miras olarak bıraktığı kitapları yazalı beş yüz seneyi geçtiği halde, onu okuyanlar hâlâ rahatlıkla anlayabiliyorlar. Almanlar bundan iki yüz yıl önce muhteşem eserler yazan Goethe’yi aynı şekilde bugün rahatça okuyup anlayabildikleri gibi 500, 600 hatta 1000 sene önce yazılmış Almanca eserleri de rahatça okuyup anlayabiliyorlar. Fransızlar da bu konuda Almanlardan pek farklı değil. İranlılar da 1000 sene önce yaşamış ve Farsçanın en temel eserlerinden sayılan Şehname’yi yazmış Firdevsi’yi,  Hafız’ı, Sadi’yi ve daha birçoğunu rahatça okuyup anlayabiliyorlar. Araplar, Çinliler, Hintliler, Japonlar bu saydıklarımdan pek farklı değil. Bütün bunlardan sonra tekrar dönüp kendimize bakarsak, o zaman durumun garipliğini daha iyi anlayabiliyoruz. Evet, ne yazık ki 50-100 sene, yani daha birkaç nesil önce yaşamış atalarımızın söylediklerini anlayamadığımız gibi, yazdıklarını da okuyamıyoruz. Nasıl ki bin yılların kültür birikimiyle meydana gelen müziğimiz dünyada eşsiz ve daha gelişmişi bulunmayan bir sanat haline gelmişse, dilimiz de gene aynı şekilde binlerce yıllık birikimle zenginleşmiş ve yeryüzünde hiç bir millete, kültüre, medeniyete nasip olmayacak bir zenginlik ve genişliğe ulaşıp, eşsiz güzellik ve kıymetteki şiirlerin kaynağı olmuştur.

 

Çok zaman önce değil, daha benim çocukluğumda genç Türkçe öğretmenimiz hanım sınıfta bize dönüp gülümseyen, hafif alaycı bir ifadeyle şöyle diyor:

“Münasebet kelimesinin yeni Türkçesi neymiş biliyor musunuz çocuklar: İlişki!”

“Ha ha ha!”

Hep beraber gülüyoruz. “Böyle kelime mi olur? Şimdi münasebetsiz birine ilişkisiz mi diyeceğiz?”

Fakat uzun sürmedi on, on beş sene içinde bu yeni kelime geldi, dilimize oturdu, eskisi sanki şimdi yabancı oldu. Fakat o zaman o kelime Türkçeydi.

*    *    *

Kısaca hatırlatmak istediğim konulardan bir diğeri de geçmişte yaşamış olan büyüklerimiz ve onların kıymetlerinin bilinmesi.

Biz gökten zembille inmiş, tarihten, kültürden yoksun, temelsiz bir millet değiliz. Aksine, dünya kültürleri içinde çok özel bir yeri olan, insanlığa daima olumlu katkılar sunmuş müstesna bir milletiz. Böyle bir onura ortada hiçbir şey yokken birdenbire sahip olmadık. Köklü geçmişimiz ve önceki büyüklerimizin yaptıklarıyla buralara geldik. Bir an eskileri bırakıp şimdi elimizde olan zenginliklerimizi bir düşünelim.

İstanbul’umuzla gurur duyuyoruz. Fakat şunu hiç düşünüyor muyuz? Fatih olmasaydı İstanbul’un yüzünü göremezdik. Anadolu deyince hepimizin göğsü kabarır, içimiz coşar. Alparslan olmasaydı Anadolu’nun yanına bile yaklaşamazdık. Hoşgörü ve insanlığımızın şöhreti dünyaya yayılmış. Yunus olmasaydı, Mevlana olmasaydı bu hoşgörü kültürünün temellerini nasıl atabilirdik?

 

Dünyada Türkler kadar değişim gösteren ve buna ayak uydurup gelişmeye devam eden ve varlığını sürdüren bir topluma daha rastlayamayız. Bundan sonra da aynı şekilde gelişme ve ilerlemeye devam etmek istiyorsak geçmiş değerlerimizi benimseyip bunlara sahip çıkmamız gerekmektedir. Bir yandan Türklüğümüzle övünürken bir yandan da nasıl olur da geçmişimizden, eşsiz kültürümüzden ve atalarımızdan nefret edebiliriz?

Biz birbirimize düşman değiliz. Biz her türlü farklılığı ve renkliliği içinde barındıran kardeşlerden oluşan geniş bir aileyiz. Geçmişimiz, atalarımız ve mirasımız ortak. Zengin bir miras kendisine kalıp da bundan utanan, onu yok sayan, çöpe atan bir mirasçı olabilir mi? Bırakın ondan utanmayı, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir kültürler, milletler, diller, inançlar mozaiğinden oluşan bu zengin mirası sahiplenme yarışına girmeliyiz.

Bütün bunlardan sonra, kendisi de değer biçilemeyen değerlerimizden biri olan milli şairimiz Akif’in muhteşem şiirinin İstiklal Marşı olarak kabulünün 91. yılını vesile bilip ona “Ruhun şad olsun büyük kahraman” diyorum ve onun şiirlerinden seçtiğim dizelerin karmasından oluşturduğum bir şiirle konuşmama son veriyorum.

C. Güner Gük (Cerrah Güner Fuzûlî)

12 Mart 2012, ANSAN, Antalya

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha

Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl

Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur

 

Yoksa istikbalinizden korkulur pek korkulur

Sahipsiz olan memleketin batması haktır

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti

İşte Irak’ı da taksim ediyorlar şimdi

Haydi, git evladım açıktır yolun

Zalimlere karşı bükülmez kolun

İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden

Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla, sefil

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına

 

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım

Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum

Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz; mağdurum

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım

Haydi, git evladım açıktır yolun

Zalimlere karşı bükülmez kolun

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl

Gizlilik Bildirimi
Gizlilik Bildirimi

Kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Çerez kullanımına izin vermek için lütfen tıklayın.